29 Şubat 2012 Çarşamba

Üniversite Mezuniyeti Yaklaşan Öğrencinin Dramı: Part 1

Daha önceki postlarımda da değindiğim gibi ben bu sene üniversiteden mezun oluyorum. Ve bundan ötürü de son derece mutsuzum. Bitmesin lan bu hayat! Üniversite öğrenciliği çok çok çok çok ( buraya daha çok " çok " koyacaktım ama okumaktan sıkılmayın diye burada kesiyorum ) güzelmiş! Böhüüüü, ıngaaaaaaa ve daha ne kadar ağlama tonu varsa, ondan işte. İstemiyorum arkadaş mezun olmak hem mezun olunca işsizler ordusunun sayısını artırmanın ne lüzmu var? Onların eleman eksiği olduğunu zannetmiyorum!

Mezuniyeti yaklaşan herkes gibi ben de " ne günlerimiz geçti be " diyorum. Hayatımın en mutlu günleri bu dönemde geçti. Aynı zamanda en sıkıntılı günleri de. 12-23 Aralık 2011 döneminde İMKB stajım olduğundan, okuluma gidemedim. Daha sonra okula ilk gittiğimde şunu fark ettim: Okulumun yolunu bile özlemişim!

Hiç iyi bir ruh halinde değilim. Kaçıncı sınıf oldun diyenlere kızıyorum resmen. Millet de uzadı, bitmiyor sanıyor. Keşke Çap falan yapsaydım da uzasaydı. Niye yapmadım ki anasını satıyım!

İlk yılım bildiğiniz " toy " dum resmen. Hocaların odalarına girer " napcaz ne etcez, akıl verin, bi bok bilmiyorum ben " modundaydım. Danışman hocam da şansıma benim girdiğim sene okula gelmişti. Beraber öğrendik İstanbul Kültür Üniversitesini. Ben ona bir şey sorduğumda " tam da adamına sordun " derdi hep.

Pek çok öğrenci kulübüne girdim hemencecik. Ama sadece Tiyatro Kulübü'nde aktif oldum. Hem de bayağı aktif. Çoğu provalarda yaşadıklarım aklımda. Zaten onları yazmaya kalkışsam 1907 ciltlik ansiklopedi olur ya, neyse. Kalasın teki olmama rağmen müzikalde sahneye bile çıktım. O müzikalin selam sahnesinde hayatımın en mutlu anını yaşamıştım. Hala da o andır unutamadığım, geri dönüp ebediyen yaşamak istediğim an. Tiyatro kulübünde dönen entrikalar, bir arkadaşımızın " benim olduğum her yerde dallas vardır " demesi, çarpık ilişkiler, tartışmalı provalar ama başarılı gösteriler, bölümüm içinde en kalabalık bölümde okumama rağmen bir tane arkadaşım olmaması, girmediğim derslerin notunu alacak bir kişi bile bulamamam, 3.61 ile başlayan dönem ortalamamın 2.66'ya düşmesi falan filan.

Tiyatro kulübünde tanıştığım ama oyun bittikten sonra yaptığımız Çanakkale gezisinde farkına vardığım bir kızdan hoşlanmaya başlamıştım. Arkadaşlarım zaten " Sparrow yaz bu kıza " deyip duruyorlardı. Ben de en sonunda yazmaya başlamıştım. Daha sonra kendisine karşı olan hislerimi açtım. İlk başta şaka yaptığımı düşündü ama daha sonra inandı ve kabul etti. Hafta sonu araya girdi. Hafta sonu biz görüşmedik. Pazartesi o evinden dışarı çıkmadı. Yine görüşemedik. Salı günü okula geldi. Biz birbirine son derece soğuk davranan iki insan modunda merdivenlere çömdük. Daha sonra da o şahıs " bizden sevgili olmaz biz arkadaş kalalım " dedi. Benim cevabım " bizden arkadaş da olmaz bence biz bir süre görüşmeyelim " diye oldu. Ve çıkmadık.

Neyse sallayalım bunu. Ama bu postu da burada bitireyim. Parça parça ünideki tatlı, tatsız anılarımı anlatacağım. Konuyla ilgili part part yazmaya devam edeceğim...

25 Şubat 2012 Cumartesi

Nokta Konmuş, Bitmiş En Güzel Hikayem...

benimde zaten hiç gücüm yok, yüzüm yok hiç umudum yok
ama bil ki farklı bir hayaldi, işkenceydi bazen
bazen çok güzeldi.
ama anlıyorum sesinden kurtulmuşsun sen
nokta konmuş, bitmiş en güzel hikayem...


21 Şubat 2012 Salı

İnsanlar Ekleniyor, İnsanlar Eksiliyor...

" İnsanlar ekleniyor hayatına, insanlar eksiliyor...
  Sen bir kalabalıktan başka bir kalabalığa çokta fark etmeden geçiyorsun...
  Birileri senin hayatından çıkıyor, sen birilerinin hayatından çıkıyorsun...
  Teninin bir parçası olmuş niceleri uzaklaşıyorlar...
  Bir zamanlar adını bile bilmediklerin ise en mahrem gülüşlerin sahibi oluyorlar...
  İleriye baktığında, geçmişin gölgeleri kaçınılmaz olarak düşüyor geleceğin üzerine...
  Gitmiş olanları hatırladığında gidecek olanları da düşünüyorsun...
  En yakınından bile uzaklaştırabiliyor bu düşünceler...
  ' O da eksilecek mi hayatımdan? ' diye soruyorsun kendine... "    Ahmet Altan...

Son zamanlarda fazla taktım kafayı bu konuya. En sık düşündüğüm şey ise " Neydik, ne olduk? " Biten dostluklar genelde daha çok canımı acıtıyor. Daha çok kafa yoruyorum. Üniversitedeki 4. yılım. Geçirdiğim diğer 3 yıla bakıyorum da her sene, herkesin arkadaş gruplarında farklılıklar olmuş. İki yakın arkadaşın, bir zamanlar aynı evde kalan iki yakın arkadaşın şimdi birbirlerine selam bile vermemeleri, birinin çıkarcı yaklaşımı, öbürünün susup içine atması canımı çok fazla sıkıyor. Ben hep " Eski dosttan, düşman olmaz. " derdim. Eski dostunun kendine çıkarcı, iki yüzlü yaklaşımı karşısında 3. şahıslar zarar görmesin diye " ne de olsa ben senin iç yüzünü biliyorum beni kandıramıyorsun " diye düşünüp suskunluğunu koruyan dostuma da hep aynı şeyi söylerdim. Eski dosttan düşman olmaz! Ama o eski dostlar düşman kazanmaya çabalıyor. Bu iki yüzlü davranan şahıs vaktiyle benim de dostumdu. Ama aramızda sorunlar çıktı ve birbirimizi kırdık. Bu durumda dostluk mostluk kalmadı. Yıllar önce bitti. Ama arasında hiçbir sorun olmadığı, hiçbir somut olay yaşamadığı ortak dostumuza karşı bu iki yüzlü tavrı, beni sittin senedir doğru olduğuna inandığım şeylerden vazgeçirmeye zorluyor...

Uzun süredir dostluğumuzu sürdürdüğüm az sayıda insan var. Umarım hem onlarla, hem de yeni yeni edindiğim dostlarımla bağımız ebediyen sağlam kalır...

20 Şubat 2012 Pazartesi

En Sevilenler Mimi

Sevgili Deeptone beni mimlemiş. Teşekkür edeyim. Mim konusu en sevdiğimiz şeyler. Güzel konu bence. Ben de hemen yazmaya başlıyorum.

1- En sevdiğin şeyler nelerdir?

Mmmmm... Leziz et yemekleri yemek, kitap okumak, Türk kahvesi içmek. Fala inanmadığım halde fal baktırıp bakan kişiyle dalga geçmek. Sinemaya tiyatroya gitmek. Futbol ve basketbol maçlarını izlemek. Müzik dinlemek. Doğru olduğuna inandığım bir şeyi/konuyu savunmak. Arkadaşlarımla sosyalleşmek, deniz havası almak. Salacak sahilde oturup Kız Kulesi'ni, Galata Kulesi'nin tepesinden İstanbul'u izlemek. Şiir okumak. Yürümek. Zaman zaman spor yapmak ve dans etmek vs vs..

2- Bilgisayarda vaktini ne yaparak geçirirsin?

Online dizi/film izleyerek. Gazete okuyarak. NBA 2K12 ve Pes 2012 oynayarak. Sosyal paylaşım sitelerinde dolanarak, gerektiği zaman mail atarak ve blogda sizleri takip ederek, kendimi yazarak.

3- En sevdiğin filmler nelerdir? Ya da aklında kalan kesinlikle izlemelisiniz dediğin?

Yazmaya başlasam saatler sürer. Her türden bir kaç tane yazmaya özen göstereyim. Eğer komedi arıyorsanız mutlaka Adam Sandler'ın Click ve Grown Ups filmlerini ve Gerard Butler'ın The Ugly Truth filmini izlemelisiniz. Aksiyon-Macera alanında yine Gerard Butler dan Law Abiding Citizen filmini şiddetle tavsiye ederim. Buna ek olarak Mission Impossible serisi ve Casino Royale mutlaka izlenmesi gerektiğini düşündüğüm filmler arasında. Fantastik filmlere gelince ben de pek çok insan gibi Lord Of The Rings ve X-Men serisini, özellikle de X-Men First Class'ı şiddetle öneriyorum. Duygusal filmlere gelelim. Nicolas Cage'in City Of Angels filmi, Joseph Fiennes'in Shakespeare In Love filmi ve tabi ki de Titanic. Romantik komedi olarak Jeux Denfats, 50 First Dates, Friends With Benefits filmlerini öneriyorum. Müzikal film olarak da mutlaka Phantom Of The Opera ve Hair müzikalleri izlenmeli diyorum.

4- Şu sıralar almak istediğiniz şeylerin listesi?

Profesyonel bir fotoğraf makinesi, Iphone 4S

5- Şu sıralar en çok dinlediğin 3 şarkı?

Boş Yere-Sıla,

I Feel Like Screaming - Deep Purple

Zaferlerim - Demir Demirkan

Bu mim bu kadar. Deeptone görsellik de istemiş ama onun gibi ben de üşendim. Yapmak isteyen herkes yapabilir, gördüklerimi mutlaka okuyup yorum yapacağımdan şüpheniz olmasın :)

17 Şubat 2012 Cuma

Son Günler...

Üniversitedeki son dönemim başladı. Hayatımın en mutlu döneminin son günleri başladı. Bu yüzden çok mutsuzum. Huzursuzum. Neşesiz ve sessizim. Bittikten sonra ne yapacağım konusunda ise hala bir karar verebilmiş değilim. Kararsızlık tekrar başladı. Ne olacak benim bu halim?

Aşk Mahal

Ey Agra! Seni, yarimi, öldükten sonra bile olsa bağrına bastığın için sevdim. Senin en çok gecelerini severim, seni küçük penceremden izlerken... Eskiden seni, karanlığında yarim ile saatlerce süren sohbetlerde bulunduğum geceler için severdim. Şimdi ise içinde barındırdığın mabet, kendi ışığı ile ayı kıskandırıyor diye seviyorum.

Gündüzleri de beni gören duyan olmaz aslında ama insan gürültülerinden kendimle baş başa kalmayı beceremem.

Ey aşkımın yeryüzü tanığı! Bari sen bana göz kulak ol! Sevgilimin, o kıyamadığım saçlarını sen okşa! Öpemediğim dudaklarını sen öp! Dokunamadığım tenini sen koru!

Ey Mümtaz Mahal'im! Kutsal bir anıt gibi karşımda duruyorsun, seni her sabah ve her akşam uzaktan ziyaret eden gözlerimi bir kez olsun sevgiyle sarmıyorsun. Dokunmanı, beni sevdiğini söylemeni özledim. Bu ateş yıllar geçtikçe yüreğimde daha çok büyüyor ve ben her an her namazın arkasından Yüce Allah'tan sana kavuşmayı diliyorum ve gözyaşı döküyorum. Gözyaşlarım eskiden mabedinin içinde senin koynuna dökülürdü, şimdi ise küçük hücremde kendi ellerime dökülüyor!

" Aşıklar yeryüzünde kavuşamaz. " derlerdi, ben sana kavuştum ama sana susuzluğum o kadar büyüktü ki seninle geçirdiğimiz yirmi yıla yakın zaman, bana çok kısa bir an gibi geldi. İşte bu nedenle aşıklar yeryüzünde kavuşamaz. Çünkü kavuşmak zamanı aşmakla mümkündür. Gözlerimi açıp kapayıncaya kadar bitti o büyülü masal!

Ey aşkım! Gözyaşlarımın kana bulandığı gibi gittiğin gün dünyam karanlığa büründü.

Ey kalbimin tek sahibi! Daldığın derin uykudan uyan ve sana verdiğim değeri gör!

Yeryüzü durduğu sürece seni kimse unutamayacak!

Tanrı beni senin yanına aldığı gün, yerin altı kavuşmamızın bayramını kutlarken yerin üstü yüzyıllar sonra bile olsa bize özlem ve şaşkınlıkla bakacak!

Ey bana aşk üzerine bildiğim her şeyi unutturup kendi aşkımızı yeryüzüne yazdıran kadın!

Dünyada kavuştuğumuz gibi ahirette de kavuşmamıza az kaldı.

Oğlumun, beni hapsettiği bu küçük odada, seni görmem için yaptırdığı bu küçük pencerede, her an her saniye sana kavuşmak için bekliyorum.

Karanlığımı aydınlığa, hayatımı yaşama kat! Beni nazik bedeninin ışığıyla aydınlat! Ruhumu al, sakla! Bana kendinden daha çok göz kulak ol! Sana muhtaçlığım gözlerinin kahvesinden değil dudaklarından dökülen bir Allah kelamı, bir sevda yanığı söz içindir...

Ey kalbimin tek sahibi! Bana aşkla ilgili bildiğim her şeyi unutturan kadın! Bana aşkı, kendi aşkımızı yazdıran kadın!

Dudaklarım ismini andıkça hala kanıyorsa bu, aşkımızın kutsallığındandır.

Tanrı; tacını Mümtaz Mahal, gönlünü Khurram eylesin!



Şah Cihan, bu duasından sonra abdestini yenileyip Kur'an okumaya koyuldu...

15 Şubat 2012 Çarşamba

Garcia'ya Mektup

1904 Rus-Japon harbinden önceydi. Amerikan gazetelerinin birinde "Garcia'ya Götürülecek Mektup" başlıklı bir yazı çıktı. Yazan tanınmamış bir muhabirdi. Fakat bu kısa yazının anlattığı gerçekler, yüzlerce kitapla anlatılanlardan daha derin, daha özlü idi. Yazı tesadüfen Çarlık Rusya'sının Demiryolları Nazırı'nın eline geçti. Nazır, bütün memurlarının bu yazının kopyasını yanlarında taşımasını sağladı. O sırada Rus-Japon savaşı başladı. Japonlar esir ettikleri Rus demir yolları mensuplarının hepsinin üzerinde bu yazıyı görerek meraka düştüler. Japon Maarif Nezareti bu yazıyı inceledikten sonra birer nüshasının bütün Japon yurttaşlarının okuyup yanlarında taşımalarını emretti. Bu yazı şimdi Birleşik Amerika'da bütün kara ve deniz kuvvetleri mensuplarına ve izcilere verilmektedir. Bu bir gelenek olmuştur. Amerika Kurtuluş Savaşı'nın bir safhasında İspanya Sömürge Ordusunu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia'nın ordusuna talimat göndermek icabetti. Cumhurbaşkanı Mc Kinley, General Garcia'ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık Karargahında Garcia hakkında bilgi yoktu. Neredeydi? Nasıl gidilirdi? Hepsi meçhuldü. Mektubu götürmeye Teğmen Rowan görevlendirildi. Teğmen Rowan mektubu aldı, torbasına koydu, gitti, döndü ve tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı. Teğmen Rowan mektubu alınca: "Bu Garcia da kimdir? Nerede bulunuyor? Oraya nasıl gidilir? Atla mı, trenle mi? Harcırahımı kim verecek? Arkadaşım Thomas ata daha iyi biner, onu gönderseniz daha iyi olmaz mıydı? Eşim biraz rahatsız, hem bu hafta izin sırasındaydım" demedi. Benim burada anlatmak istediğim, Teğmen Rowan'ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia'yı bulmasının hikayesi değildir. Burada anlatmak istediğim husus, bu adamın kişiliğinin her okula örnek insan olarak tanıtılmasının gerekliliğidir. Dünyanın her yerinde, Allah'ın her günü, milyonlarca yöneticinin Garcia'ya gönderilecek mektubu vardır.  Öte yandan, gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teoriler değildir. Kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleriyle sonuçlandırma idrakine ve eğitimine de sahip olmalarıdır. Bugün en çok muhtaç olduğumuz budur. Hizmette fertlerin ilgisizliği ve bilgisizliği, toplumları ve örgütleri felç eder. Hizmetin çarkı dönerken, çarkın her dişlisinin her defasında yeni baştan bilinmesi için zaman yoktur. Yeniden eğitim yapmak gerekir. Öte yandan hizmet devamlı akmaktadır ve sürekli işlerlik içinde olmak zorundadır. Çarkın bir dişi kendi işini hiçbir nedenle durdurmaya yetkili değildir. Bu takdirde hizmet durur.

Bir defasında her yönetici gibi öylesine meşgul iken odama giren bir memur bana: "Efendim siz, birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan birini terfi ettirdiniz. Yaş ve kıdem bakımından aramızda hiçbir fark yok. Öğrenimimiz de aynı. O benden daha yakışıklı da değil. Beni hala terfi ettirmiyorsunuz." dedi. Ben ise dalgınlık halinde mırıldandım.
                 
"-Sokakta gürültü var. Duyuyor musunuz? Nedir acaba?"
"-Gidip sorayım efendim" diye memur can sıkıntısı ile cevap verdi. Biraz sonra döndü.
"-Bir arabaymış efendim..."
"-Yükü neymiş?" diye sordum.
"-Gidip bakayım efendim..."
  Biraz sonra döndü.
"-Arabanın yükü bir sürü çuval efendim."
"-Çuvallarda ne varmış?"
"-Gidip bakayım efendim."
  Biraz sonra döndü.
"-Çuvallarda çimento varmış efendim..."
"-Nereye gidiyormuş bu araba?" 
"-Gidip bakayım efendim."
Biraz sonra dönüp cevap verdi.
"-X ve Y inşaat şirketinin şantiyesine gidiyormuş efendim..."
"-Çok güzel.." dedim. "Şimdi bana terfi eden arkadaşını çağırır mısınız lütfen? Hani haksız yere terfi eden arkadaşınızı." Beriki geldi. Ben mırıldandım:
                 
"-Sokakta bir takım gürültüler oluyor nedir acaba?"
"Gidip bakayım efendim." Döndüğü zaman şöyle cevap verdi:
"-Kırk çuval Portland çimentosu yüklü araba. Çimentoları menşei New Orleans. X ve Y inşaat şirketinin merkez şantiyesine gidiyormuş." Ve devam etti. "Uluslararası ulaşıma ait bir kamyon çuvallarını istasyondan almış. Çuvallardan biri patladığı için şimdi
bunu değiştirmeye çalışıyorlar." 

Bu iki örnekten bir takım sonuçlar çıkarmak için bir takım yorumlar yapmaya hiç gerek yok. Dünyayı dolduran özel müesseselerle resmi dairelerdeki bütün memurları kendime düşman etmek niyetinde değilim. Bunlar belirli bir öğrenim döneminden sonra bir masanın başına kurularak hiçbir iş yapmadan devlet baba hesabına geçinip gitmeyi meşru bir hak saymakla zaten meşru olmayan bir iş yapmış olmuyorlar mı? Sabahtan akşama kadar sigara tüttürmek, kahve içmek, vergi yolu ile kendini besleyen halkı hırpalamak, sadist bir zevk uğruna en basit işlemleri bile karma karışık etmek, baştan savmak,istedikleri bir müracaatçıyı masadan masaya dolaştırmak, masadan masaya dolaşarak "Bugün git, yarın gel" teranesiyle hedefinden iyice uzaklaşan evrakı arşivin küflü derinliklerine gömmek. Ay sonunda alacakları paraya karşı yaptıkları iş bu ise şayet, hiç zahmet buyurmasınlar. Millet parası onlara helal olmayacaktır. 

Klemanso'nun meşhur sözü ne kadar güzel. "Bakanlık geç gelenlerle, erken gidenlerin karşılaştığı yerdir" demiş. Bakanlığı süresince de garip vakalara şahit olmuş ki bir çok vecize değerinde sözler söylemiş. 1906 yılında bir gün aklına esmiş. Emrindeki memurların durumunu şöyle bir yakından görmek istemiş. Odalardan birine girmiş, kimse yok.. İkincisine girmiş bomboş.. Üçüncü odada bir memur varmış.. O da uyuyormuş. Yanında bulunan daire müdürüne dönmüş:

"-Sakın uyandırmayın, yoksa oda o da çekip gider."

İşte böyle, uzun söze ve uzun izaha benim de, sizin de vaktiniz yoktur. İnsanlığın, Garcia'ya mektup götürecek teğmenlere ihtiyacı çoktur.

9 Şubat 2012 Perşembe

Gıcık...

Tam olarak tarihi hatırlamıyorum ama büyük bir ihtimalle Mart 2009 günlerinde, tiyatro provasından çıkmış eve gitmek için Yenibosna durağından Aksaray-Havalimanı metrosuna binmiştim. Benimle beraber kulüpten bir kaç arkadaşım ve onların yanında da bir kaç arkadaşları vardı. Gıcık kod adlı şahısta bunlardan biriydi. Ortak arkadaşlarımızdan birine " takılmam " sonucu o savunmaya geçti. Bu muhabbetten sonra da aramızda düzgün bir muhabbet olmadı, hep gıcıklıklar yaptık birbirimize.

Sene bitti, ben liseden bir arkadaşıma aşık oldum ( aslında sene bitmeden, ama bunu sene bittikten sonra paylaştım gıcıkla ) sağ olsun bu gıcık kod adlı şahısta pek ilgili ve destekçi göründü bana. Ben duygusala bağladığımda çekilmez oluyorum malesef. Ama bu gıcık bayağı bayağı çekti, dinledi. Tabii bu süre zarfında ortak arkadaşlarımızın çoğu benim o gıcığa aşık olduğumu düşünüyormuş, benim haberim yok!

Benim bu şahsı bir tiyatro oyununa götürme sözüm vardı. Bir kaç sefer niyetlendik olmadı. Bilet bulduk ama o gün benim doğum günüme denk geldi. Doğum günlerimde ekstra kutlamalar yapan biri olmadığım için ben sorun etmedim, o da etmedi. Taksimde buluştuk. O gıcık beni 40 dk bekletti. O güne kadar hayatımda hiç kimseyi o kadar uzun süre beklememiştim. Sinir küpüne döndüm desem yeridir. Neyse geldi hanımefendi, onu görünce kızgınlığım geçti nedense, kızamadım. Sonra kendisine, affedersiniz, kokoreç ısmarlama sözüm de vardı. Aldım götürdüm Şampiyona. Karnımızı doyurduktan sonra girdik oyuna. Çok beğendi oyunu. Sonrasında Özsüt'e tatlı yemeğe gittik. Orada bana süpriz yapıp, sevdiğim bir pastanın üzerinde bir mumla gelmesini söylemiş. Ben ise tam bir öküzlük yapıp, konuşurken teşekkür falan ederken farkında olmadan mumu söndürdüm. Daha sonra da onun önünde duran Özsüt Tatlısı'nın tadını çok merak ettiğim için pastayı ona verip tatlıyı ben almıştım :D Günün devamında da ortak bir arkadaşımız bu gıcığı evine beklediği için erkenden kalkmak zorunda kalmıştık. Kısaca anlattığım bugün nedendir bilmem ama hala hayatımın en mutlu günü.

Ondan sonraki süreçte bu gıcıkla daha da yakınlaştık. Ben sık sık onu düşünmeye başladım. Okulda onu görmediğim günler benim için iyi geçmiyordu. Gözlerim sürekli onu arıyordu. Ve daha sonra kendisine aşık olduğumu anladım. Karşılıksız çıktı. Bu gıcık ilk başta inanmadı. Ama daha sonra inandı. İlk günlerde de aslında hiçbir şey olmamış gibi davranabildik. Arkadaşça devam edebildik. Zaten tiyatro kulübünde beraberdik. Birlikte vakit geçirmelerimiz ilk başta azalmadı, ben zaten onun " peşinde koşuyor " değildim. Gündeme getirmiyordum aramızda muhabbeti olmuyordu. Ama yavaş yavaş uzaklaşmaya başladık. İletişimimiz azalmaya başladı. Provalar dışında görüşemez olduk. Provalar bittikten sonra da pek görüşemez olduk. Bu böyle devam ederken iyice koptuk desem yeridir.

Bir sene böyle geçti. Eskiye dair bir yara, bir iz kalmadı kimsede. Herkes kendi yolunu çizdi. Benim bir ilişkim oldu, onun da. Hatta Gençlik Kulübü adında bir kulüp kurduk 5 arkadaş. İkimiz de bu 5linin içindeydik. Ancak kulübü faaliyete geçiremedik. Zamanla daha az görüşür olduk. Birbirimizi gördüğümüzde yolumuzu değiştirir olduk. Okula geldiği zamanlar aklına gelen ilk kişinin ben olduğumu, en çok görmek istediğini kişinin ben olduğumu, hiçbir zaman beni " silemeyeceğini " ve benim gözünün bebeği olduğumu söyleyen bu dost, gün geldi yüzüme bakmadı. Günler geçtikçe benim ona olan arkadaşça hislerim bile yok oldu. Artık benim için arkadaş bile değildi. Tam kelimesi, benim için tek sıfatı " eski dost " olmuştu. O sene, sevgilisinin yanında bana  aldığı doğum günü hediyesini verirken içimden geldiği gibi teşekkür edememiştim. İçimde kalmıştı. Hala da edebilmiş değilim. Ancak bu sene doğum günümü mesajla bile, ya da Facebookta bile kutlamadı bu eski dost. 3 gün önceyse onun doğum günüydü. Mesaj atıp, kutladım.

2011, Haziran ayı itibariyle üniversiteden mezun oldu eski dostum. Ancak şanssızlığından, şu ana kadar ne iş bulabildi, ne de Master'a başlayabildi. Umarım en yakın zamanda hem istediği gibi bir iş bulur, hem de sağlam bir Master programına başlar. Neyse. İstanbul'da daha fazla boş kalamayacağı için bir başka ilde öğretmenlik yapan ağabeyinin yanına gitti. Gitmeden önce okula uğradı. Biraz oturduk, konuştuk. Kendisi çikolatayı çok severdi ( pek çok insan gibi ) bende sık sık çikolata alırdım ona. O gün kendisini bir başka arkadaşla birlikte bir kafede beklerken, içtiğim Türk Kahvesinin yanında gelen çikolatayı yememiştim, ona vermek için. Ancak uzun süre bekletince bende çikolatayı yemiştim. Daha sonra geldiğinde ona bunu söylediğimde benden çikolata istemişti. Almıştım, birlikte yemiştik. Dilimin ucuna geldi. Söyleyemedim. " Seni, eski gıcıklıklarımızı, gıcık arkadaşımı özledim " diyemedim. O an karşımda duran kıza karşı fazlasıyla nötr olmama rağmen, eski günleri özlediğimin farkına vardım. Ama diyemedim. Sadece " bir sıkıntın olursa, çekinme " diyebildim.

Bu sene doğum günümü kutlamadığı zaman, vay be dedim kendi kendime. Bana hayatımın en mutlu günlerini, en mutlu doğum gününü yaşatan kişi, sadece 2 sene sonra hiçbir şekilde kutlamıyor bile. Canın sağ olsun.

Ben kutladım doğum gününü. İyi dileklerimi ilettim. Bu postu yazmaya dün karar vermiş, bu sabah da yazmaya başlamıştım. Sanki hissetti, ya da doğum gününü kutladığım için teşekkür etmek istedi. Bugün beni aradı. Akşam üstü. Şaşırdım. Doğum günü muhabbeti olmadı aramızda. Napıyorsun, nasılsın, nasıl gidiyor hayat dersler vs vs... Yine dilimin ucuna geldi, ama yine diyemedim " özlemişim lan seni " diyemedim. Bir iki espri, havadan sudan bir iki soru falan filan. Teşekkür ettim aradığı için, " İstanbul'a gelirsen buluşalım " dedim. Genel olarak samimiyetsizce söylenmiş bir sözdü belki de. Tuhaf ki şuan bu sözüme nasıl cevap verdiğini hatırlamıyorum.

Buraya yazabiliyorum sadece. Eski günlerimizi özledim, seninle birbirimize yaptığımız gıcıklıkları özledim, gülen yüzünü, enerjik hallerini, renkli kişiliğinle çevrendeki herkesi neşelendirmeni özledim. Gıcık arkadaşımı özledim...

Kişisel Mim

Sevgili Deeptone beni mimlemiş. Teşekkür edeyim. Mim konusu: Kişisel haremimiz. Bize arkadaş, hayran, dost, sevgili, eş vb. olmasını isteyebileceğimiz 10 kişi seçiyoruz. Erkekler için 10 dişi, kızlar için 10 erkek.

Başlayalım seçmeye.

1- Mila Kunis. Tabii ki de sevgili olmasını istediğim şahıs. Gerçi uzun bir süre Mila Kunis mi Natalie Portman mı diye düşündüm. Hatta bu ikilinin lezbiyen ilişkiye girdiği Black Swan isimli filmin sevişme sahnesinde hep kendi kendime " ikisinden birinin yerinde ben olsaydım... " diye iç geçirmiştim :D

Bu fotoyu koymama lüksüm yoktu :D bir insan bu kadar mı tatlı olur arkadaş? Tabii daha farklı fotolarda daha güzel halleri, pozları var ama bence bu postta bu fotoğraf iyidir :D

2- Nava Vaner. Adam Fawer'in yazdığı Olasılıksız adlı kitaptaki ajan. Bu ajanı korumam olarak tutmak istiyorum. Kafamda onu soktuğum beden Amber Heard'ün bedeni. Aslında Angelina Jolie de olabilir. Kendisi seçsin versin kararını :D

3- Kaptan Nemo. Çocukluğumun hikayesi olan Denizler Altında 20.000 Fersah'ın kaptanı. Pek çok insan gibi ben de denizlere hastayım. Denizlerde yaşayabilirim. ( Sparrow isminden de anlaşılacağı gibi ) Bir denizaltı alıp dünyayı denizlerden dolaşmak istiyorum. Seçtiğim kaptan ise Nemo. ( belki Sparrow'u mürettabata alabilirim ama dürüst değil :P )

4- Michael Scofield. Prison Break izleyenler bunu niçin istediğimi tahmin ediyorlardır. Yaratılmış en zeki karakter konusunda hem fikirizdir izleyenlerle. Çevremde bu kadar zeki bir arkadaşımın olması sanırım çok işime yarar. İzlemeyenler ise bir an önce izlemeye başlasınlar :D

5- Walter Bishop. Bu isim konusunda da Fringe izleyenler bana hak verecektir :D Deli, meli ama IQ'su 196 arkadaş :D yanımda bu adam varken hiçbir virüs beni etkilemez anında pan zehiri bulur, yapar beni de kurtarır :D

6- J. R. R. Tolkien. Bir arkadaşım, Lord Of The Rings'in yazarı olan bu şahsın aslında tam bir Türk hayranı olduğunu söylemişti. Ben inanmamıştım ama kafama takılmadı değil, ölmeyeydi de tanışsaydık da anlatsaydı Tolkien efendi.

7- Achilleus. Gelmiş geçmiş en büyük savaşçı olarak gösterilen bu arkadaştan bizzat kılıç, kalkan, mızrak kullanma dersleri almak için neler vermezdim ben bile bilmiyorum.

8- Steve Jobs. Biyografisini içeren bir kitap okuduktan sonra aslında onaylamadığım pek çok kötü özelliklerinin olduğunu gördüm. Ama beni ilgilendiren onun yönetim zekası. Bu rahmetli vatandaşı kesinlikle kendime İş Dünyası ile İlgili her konunun danışmanı olarak isterdim.

9- Gülse Birsel / Cem Yılmaz. Herhalde bu ikili için söylenecek çok fazla söz yoktur. Sürekli gülmek... Gülse Birsel, " Bir tek gülmelerimiz yanımıza kar kalacak " der hep. E haliyle yakın arkadaşlarımın böyle güldüren insanlar olmasını istemekte haklı değil miyim?

10- Aziz Yıldırım. Kim ne derse desin, benim için bir efsanedir. Pek çok Fenerbahçe taraftarı için olduğu gibi. Şu günlerde yaşanılan süreçte desteğimizi başkanımızdan eksik etmiyoruz. Ama karşısında oturup, milyonlarca Fenerbahçe taraftarından biri olarak yüzüne bakıp bir cümleyi söylemeyi çok istiyorum: " Merak etme Başkanım. Biz neyin ne olduğunu çok iyi biliyoruz, sonuna kadar yanındayız, arkandayız! "

Mim için tekrar teşekkürlerimi sunuyorum Deep'e. Aslında taslaklarda duran bir yazımı tamamlayacaktım ama önce Mimi yazayım dedim. Bunu yayınladıktan sonra taslak yazıma devam edeceğim. Kimleri mimlediğime gelince. Buraya isimler yazıp o şahısların bana " beni neden merak ediyor " acaba diye soru işaretiyle yaklaşmasını istemem :P O yüzden yazmak isteyen herkes yazsın, herkes hem mimlidir hem mimsiz :D

8 Şubat 2012 Çarşamba

14/04/2010

Kapıyı çalan aşktın sen
Farkında olmadan
Seni dışarıda bırakmak istemeyendim ben
Bilinçsiz davranarak.
Huzursuz bir dönemin keyifsiz günlerinde
Sendin huzursuzluğumu azaltan
Bendim senin kafanı karıştıran.
Kapıyı çalan aşktın sen
Ne olduğunu bilmeden
Seni dışarıda bırakmak istemeyendim ben
Kaybedeceğimi bilerek.
Huzursuz bir dönemin son demlerinde
Sendin elimi tutan
Elimi tutup bana huzur veren
Sendin beni dinleyen
Dinleyip kulak veren.
Kapıyı çalan aşktın sen
Seni dışarıda bırakmak istemeyendim ben
Sendin beni düşünen,
Düşünüp mutluluğumu isteyen
Mutluluğumu isteyip, bana tavsiye veren.
Bendim sana aşık olduğu düşünülen
Bunu duyunca sinirlenen
Ve sendin üzülen ama üzüldüğünü belli etmeyen.
Kapıyı çalan aşktın sen
Hangi kapıyı çaldığını bilmeden
Seni dışarıda bırakmak istemeyendim ben
Önünü göremeyerek.
Soğuk havada 'yanan'dın sen
Seni düş kırıklığına uğratandım  ben...
Bendim senden uzakta nefes alamayan
Sendin geceme doğan güneş
Bana gün'ü getiren.
Sendin bakışlarıyla içimi eriten
Tatlı diliyle bana neşe veren
Kişiliğiyle hayatımı renklendiren.
Kapıyı çalan aşktın sen
Kimseden izin almayarak
Seni dışarıda bırakmak istemeyendim ben
Sana dürüst davranarak...

14/04/2010

Özüm, Fayrabiyem...

Bir önceki postumda dediğim gibi bu postumda 2010 senesindeki İKÜ Tiyatro Topluluğu ile sahneye çıktığım ikinci oyunumuz Abdülcanbaz'dan bahsedeceğim.



O sene, İstanbul Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında Avrupa Üniversitelerarası Tiyatro Festivali'ne katılım için başvuruda bulunduk. Başvurumuz kabul edildiğinde hepimiz çok sevinmiştik. Oyunumuz usta karikatürcü Turhan Selçuk'un karikatürlerinden oyunlaştırılmış Abdülcanbaz idi. Abdülcanbaz takımının Azeri hokkabazı (!) Fayrabi rolünü istedim hocamızdan. Sağ olsun, istediğim rolü verdi. Troya Geçilmez adlı oyunumuzdan 11 gün sonra bu oyunu sahneye koyduk. Festival kapsamındaki gösteriyi 12 Mayıs 2010 tarihinde Üsküdar Devlet Tiyatrosu'nda sahneledik. Ama o gün gelmeden önce olanlara değineyim...

Topluluğumuzda " Gıcık " kod adlı, birlikte vakit geçirmekten çok keyif aldığım bir kız vardı. Kendisiyle bir sene önce Aksaray-Havalimanı metrosunda tanıştım ve o andan itibaren birbirimize sık sık laf sokar olduk. Bu sebepten ötürü de " gıcık " derdik birbirimize. Ve o günlerde liseden bir arkadaşıma - şimdi sizde ünideki bütün arkadaşlarım gibi " lise arkadaşına üniversitede mi aşık oldun? " diye sormayın - karşı, karşılıksız hislerim vardı. İlk defa karşılıksız kalıyordu hislerim birisine karşı, bu durumda bende biraz aptallaşmıştım. Bu gıcık kod adlı şahısta ( 2 gün önce o şahsın doğum günüydü, o şahısla ilgili bir post yazacağım ) karamsar olduğumda, keyifsiz olduğumda, asık suratla dolaştığımda gıcıklıklar yaparak hem beni neşelendirmeye hem de derdime ortak olmaya çalışır, gerekli gördüğü zamanlarda da tavsiyelerde bulunurdu. Bu şahıs bana hangi oyunda yer alıyım diye sorduğunda, festival oyunumuz olduğu için Abdülcanbaz'da yer almasını söyledim. Ama hocamız o şahsa Troya Geçilmez'de rol verdi. 1-2 ay içerisinde biz o gıcıkla daha da yakınlaştık. Ve ben bu şahsa yavaş yavaş aşık olmaya başladım. Ve ilerleyen süreçte de oldum. Ama bir önceki salağın yaptığını bu gıcık tekrarladı, benim gibi birinin hislerine karşılık vermedi :P Neyse oyuna dönüp o şahsı içeren kısımları burada sonlandırayım.

Provalar çok uzun, yorucu ve verimsiz olmaya başlamıştı. Sabahın 9unda provaya girip gecenin 2sinde çıktığım pek çok gün vardı ve bunca süre içerisinde " yorulduk ama verimli oldu " diyebildiğim prova sayıları son derece azdı. Derken oyun günü geldi çattı. 12 Mayıs 2010 tarihinde Üsküdar Devlet Tiyatrosuna gittik. Gidenler bilir çok güzel bir yerde kurmuşlar salonu. O zamanlar pek iyi bir ruh halinde olmadığım herkes tarafından biliniyordu ama deniz havası her zaman iyi gelmiştir bana ve o gün sahil çok güzeldi. Oyunumuzun başlamasına 1 saat kalmasına rağmen, kızların makyaj, erkeklerin kıyafet gibi konularla ilgilenmesi gereken bir durumda ben hala sahilde oturup denizin keyfine varmaya çalışıyordum. Herhalde hocamız benim orada öylece oturduğumu görseydi bildiği bütün küfürleri ederdi ki kendisi pek çok küfür bilir :D Kıçımı oradaki banktan kaldırmak bayağı zor gelse de kaldırıp kulise girdim. Rol kıyafetlerimi giydim. Ve oyunun başlamasını beklemeye koyulduk. 

Beklediğimiz gibi başladık. Rolüm olmayan sahnelerde bile kulise girmeyip, mizansen gereği sahnenin sağ köşesinde durup olan biteni izliyordum. Bir meyhane sahnesi vardı. Ve ben o sahneye elimde hayvani boyutlarda bir balıkla giriyordum. Neyse bu sahneden sonra birinci perdenin bitmesine 5-6 dklık bir süre kalıyordu. Ve ben o süreyi kuliste geçirdim. Elimi sabunlu suyla yıkayıp, bayağı da parfüm sıktım ki balık kokusu gitsin :D ( bu gıcık kod adlı şahıs oyundan önce bana şans dilemek için aramış ama telefonu içeride bırakmıştım, arada onu aradım - aptal gibi - teşekkür falan ettim biraz konuştuk sonra kapadım telefonu. )

2. perdeye kukla olarak giriyordum. Amerikan Başkanını canlandıran kukla. Hocamız bazı konularda bana garezi varmış gibi davrandı resmen verdiği bazı mizansenlerle. Neyse... Bir kerhaneden İngiliz casusunu kaçırması gerekiyordu Abdülcanbaz takımının. Yapılan planda, Abdülcanbaz çarşafı giyip kadın kılığına girecek, Fayrabi ( yani ben ) ise Arap kıyafetlerini giyerek, tamamen duygusal sebeplerden ötürü karısını kerhaneye satmaya gelen pezevenk olacaktım. Ama oyundaki sahneden bahsetmeden önce o çarşafın alınmaya çalışıldığı ama bulunamadığı güne bir değineyim. 4 arkadaş gittik Tahtakale'ye. İki iki ayrıldık. Bir kız arkadaşımla beraber bazı aksesuarları aramaya başladık. Diğer grupsa erkeklerin kıyafetlerini halledecekti. Nedense çarşafı da biz soruşturduk. Tabi o hafta bizim okulda Bahar Şenliklerinin olduğu haftaydı. Ve pek çok kız gerek yazın sıcağından gerekse şenlik havasından gayet rahat ve dekolte kıyafetler giymişti. Bizimle gelen iki kız dahil. Ee Tahtakale'de bu kıyafetlerle büyük dikkat çektiler haliyle :D O kadar çarşaf aradık ama bulamadık. Girdiğimiz her dükkandan bize " napacaksınız çarşafı " soruları geldi. Oyunda kullanıcaz dedik. Ama yanımdaki kız biraz psikopattı küfretmemek için kendini zor tuttu onun sinirli hallerini gördükçe bende gülmemek için :D Bulamadığımız çarşaf iyice sinirlendirmişti yanımdaki kızı, sokaktan geçen çarşaflı kadınlardan birine soracaktı " nereden aldınız bu çarşafı " diye ama nedense sormadı. Neyse bulamadık ve döndük. Daha sonra başka bir arkadaş çarşaf bulmuş. Aldı, getirdi. Fiziksel olarak Abdülcanbaz'ı oynayacak şahısla aşağı yukarı aynıydık. Bu şahıs çarşaf geldiği sırada oralarda olmadığı için, bu çarşaf benim üzerimde denendi. Beraber Tahtakaleye gittiğim psikopat arkadaşım o çarşafı bana giydirmeye çalıştı. Tırsmıştım onun psikopatlığından, bu yüzden sesimi çıkarmadım. Çarşaf giymek ne kadar zor bir şeymiş arkadaş! Yarım saat sürdü neredeyse o çarşafı giymem, yani arkadaşımın giydirmesi. Çarşaf giyenler her gün bu çileyi nasıl çekiyorlar, şaştım kaldım.  



Neyse dönelim malum kerhane sahnesine. Arkadaşım, Azerice konuşmakta zorlanmadım da Arapça zormuş be! Hele Arapça konuşarak çarşaflı kadın ticareti yapmak çok zormuş. O cümleleri ezberleyene kadar Kur'an okumayı öğrenir, hem sevaba girer hem de annemi sevindirirdim ama rol roldür. Ezberleyeceksin arkadaş. Ezberledim. Canım çıktı ama ezberledim. Haa unutmadan öyle bir acıtasyon yapmışım ki karımı kerhaneye satarken... neyse oraya fazla girmeyeyim :D 

Oyun bittikten sonra aslında hepimiz ( her ne kadar daha iyi olabileceğimizi bilsek de ) beklediğimizden daha iyi bir performans sergilediğimizi düşünüyorduk. Buradan da anlayabileceğiniz gibi pek umutlu değildik sergileyeceğimiz performanstan. Ama umduğumuzdan daha iyi oldu çok şükür. Ben ise hem yüksek performansımızdan ötürü, hem de yeni keşfettiğim bu salondan ötürü kötü başladığım günü iyi devam edip iyi bitirmiştim. 

Hello My Darlingos! My name is Georgos, Var Mı İsteyen Borcos?

Bu postta daha önce başımdan geçen bir olayı anlatmak isteğindeyim. Son zamanlarda film replikleri, kitap cümleleri dışında post yayınlamaz olmuşum neredeyse.

Neyse... Tarih 26 Nisan 2010. İstanbul Kültür Üniversitesi'nde okumakta olan ben, üniversitedeki ve üniversite tiyatro topluluğundaki ikinci yılımdayım. Uzun zamandır çalışmış olduğumuz oyunumuzun ilk gösterimini yapacağımız gün. Ek olarak o sene başında vefat eden usta tiyatrocu Cüneyt Gökçer adına düzenlediğimiz Tiyatro Festivali'nin ilk günü.

Festival güzel bir kokteyl ve Cüneyt Gökçer portrelerinin sergisiyle başladı. Saygıdeğer eşi Ayten Gökçer'i davet etmiştik, sağ olsun bizi kırmayıp katılım göstermişti.

Şimdi günün başlarına dönelim. Oyunumuz Savaş Aykılıç tarafından kaleme alınmış, Troya Savaşlarını tiiiiiiiiiiiiye alan Troya Geçilmez adlı oyundu. Aslında o sene, kalabalığı eritmek için bu oyunu oynamıştık asıl oyunumuz başkaydı dolayısıyla ben Troya Geçilmez'de yer almak istememiştim. Ama hocamız kısa bir rol vermişti, onun dışında danslarda ve korolarda vardım. Rolüm Helena'nın kaçırılma sahnesinde Eflatun - Mor esprisini yapan, itaatkar Miken askeriydi. Yalnız oyunda Ekonomikos adlı parrrrrraaa babası bir amcamız-bir rol de vardı. Ve gösteri tarihi yaklaştığında bu rol boştu. Hocamız ( sadece tek bir cümle söyleneceği için olsa gerek rol almak istemediğim halde ) bana verdi bu rolü de. Ekonomikos amcanın kıyafeti koskocoman bümbüyük bir kapitalist şapkası, mavi kadife ceket ( elimizdeki tek ceket oydu hatta bir sene önceki oyunumuzda o ceketi kıro, abaza çakma İbrahim Tatlıses'i canlandıran rol için almıştık ) gerisini salla... Ama önemli kısım burası değil. Hocamız, dolar-sterlin-euro üçgeninden paraları şapkama ve ceketime yapıştırmam gerektiğini söyledi. Rolün kıyafeti bu olacaktı. Bende o paraları alıp ( gerçeklerini cekete şapkaya yapıştıramayacağımız için ) fotokopilerini çektirmek için dolandım durdum. He birde renkli fotokopi lazım sonuçta. Yalnız hiçbir kırtasiyeci, fotokopici fotokopi çekmedi. Ben birde aptallık edip " oyunda kullanacağım " deyince, geçmiş olsun bana. Çektiremedim fotokopi. En sonunda okul kırtasiyesinden bana " boyutunu gözle görülür şekilde büyütürüm " şartını sunuldu, bende paşa paşa kabul ettim. Enden 5, boydan 5 cm büyütüldü dolarlarım.



Fotodan anladığınız gibi sadece 1 Dolar fotokopisi çektirdik. 100 adet. Tüm paramı verdim, sonra gittim hocamdan istedim param bitti dedim. O da bana " soydunuz ulan beni " diye laf söyleyerek ödemeyi yaptı. Kokteyl başladı, bitti. Salona geçtik. Açılış konuşmaları falan filan faslı bitti. Ve sahne...

Danslarımız çok güzel olmuştu zaten. İlk dans bittiğinde hepimizin beklediğinden daha çok alkış aldık. O an hepimiz bulutların üstündeki yolculuğumuza başlamıştık zaten :D Neyse böyle bazı sahneler düşük, bazı sahneler enerjik, millete el kol hareketlerini içeren Haka dansımız vs vs sonrasında Ekonomikos amcanın sahnesi geldiiiii... O an üzerimde olan hamile kıyafetinin üstüne bir pantolon, bir ceket geçiştirdim. Yalnız ceketim önceden dolarlarla süslenmişti zaten. Şapkayı da geçirdim kafama. Sonra kıyafet sorumlumuz bana bir de " kuyruk " yapmış sağ olsun. Dolarlardan oluşan kuyruğumu da ceketime iğneyle tutuşturdu ve ben o şekilde sahneye çıkıp, " Hello My Darlingos! My name is Georgos, Var Mı İsteyen Borcos? " olan tek cümlemi öncesinde ve sonrasında " What's up, buddy? / I love this city / What's going on? " gibi bazı cümlelerle süsleyerek söyledim. Kuyruğumu kopardı bir arkadaş ama o an fark edip, what the fuck! demeyi unutmuştum :D Neyse oyun bitti, biz oturduk kendi kendimizi tebrik ettik vs vs. Sonra çıktık evimizin yolunu tuttuk. Oyun arkadaşlarımdan birinin arkadaşı " daha erken ( saat gece yarısına yaklaşmıştı ya da geçiyordu tam hatırlamıyorum ) gelin bir çay içelim " dedi. Daha sonra yine benim tanımadığım arkadaş arkadaşı " gelin çaylar benden " dedi. Ben aç olduğumu, künefe ısmarlarsa geleceğimi söyledim :D o da kabul etti ve ısmarladı sağ olsun. Bu arada o sahte paralar benim üzerimde yani ceketten söküp montumun ceplerini doldurmuştum. Çünkü aynı oyunu ikinci kez oynucaktık ve kulüp odasında bırakırsam başına ne iş geleceğinden emin olamadım ve yanımda getirdim. Sonrasında taksiyle evime dönerken polis çevirmesine yakalandım! Sert bir sesle " arabadan in " dedi bana. İndim. Kimliğimi görmek istedi. Çıkartırken arabadaki çantayı görüp öğrenci olup olmadığımı sordu. Evet dedim. Öğrenci kimliğimi görmek istedi. Gösterdim. Tamam git dedi. Ama üzerimi arayıp sahte doları görürse ne der diye düşünmeden edemedim :D

Ertesi gün okulda hocamıza anlattım, " gidecektin karakola. Beni arayacaktın, gelip alacaktım seni " dedi büyük bir rahatlıkla :D 

Bir sonraki postta, o sene ikinci oyunumuzdaki rolümden birazcıkın bahsedeceğim. Hoşça kalın...

5 Şubat 2012 Pazar

Sessizce...

-- Nasıl ölmek istersin?

-- Sessizce. Kimseyi uğraştırmadan. Kimseyi üzmeden. Arkamda ağlayacak kimseyi bırakmadan.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...